Bu da Geçer Ya Hu! (This Evil Also Passes)

Discussions on the final era of the Ottoman Empire, from the Young Turk Revolution of 1908 until the Treaty of Lausanne in 1923.
Tosun Saral
Member
Posts: 4075
Joined: 02 Nov 2005 19:32
Location: Ankara/Turkey

Bu da Geçer Ya Hu! (This Evil Also Passes)

Post by Tosun Saral » 28 Oct 2018 08:42

An article about the fights at Gallipoli published on German Army Newspaper "Am Bosporus" on Dec 17. 1917 in Istanbul titled "Buda Getscher Jahu! (This evil also passes) I made an article about this in Düşünce ve Tarih Dergisi (Ideas and History Magazin on Oct 2018 Nr: 49 in turkish.

By İsmail Tosun Saral
Bu da Geçer Ya Hû!
Am Bosporus ve Jildirim Adlı Alman Ordu Gazeteleri
22 Ekim 1915 günü hava yağmurlu, soğuk ve rüzgârlıydı. Soğuk askerin iliklerine işliyordu, siperler sel suları nedeniyle barınılamaz duruma gelmişti. Aynı zor durum düşmanımız İngilizler için de geçerli idi. Morning Post Gazetesi “Kötü havalar Türklerin ilk müttefiki oldu. Büyük Britanya Seferi Kuvvetleri Çanakkale’de havalardan çektiği kadar Türklerden çekmedi. Hafif esen rüzgar birden bire korkunç bir tufana dönüştü. İçine kum doldurularak batırdığımız eski gemiler sayesinde Gökçeada’da, Suvla’da (Anafartalar), Seddülbahir’de (Helles) inşa ettiğimiz dalgakıranlar zarar gördü. Onları yeniden daha sağlam olarak inşa etmek zaman alacak. Hiddetli kasırga sadece denizden esmiyordu. Kasırga ayrıca yarımada da yerleşmiş askerlerimizi insanüstü çabalara zorluyordu. Yerleştirdiğimiz dört noktada görev yapan askerlerimizden bir çoğu el ayak donmaları nedeniyle tahliye edildiler. Anadolu’nun sert kışına alışık olan Türkler de, bizim kadar olmasa bile, bu alışılmamış hava durumundan acı çektiler. Çünkü Gelibolu Yarımadası üstünde esen fırtına şimdiye kadar görülmemiş şiddetteydi. Kötü hava on iki saat süren şiddetli yağmurla başladı. Siperlere dolan su askerlerin kalçasına kadar yükseldi. Isınmak için ateş yakmak veya ateşi canlı tutmak imkânsızdı. Tabii ki askerler iliklerine kadar ıslanmıştı. Sonra birden bire rüzgar kuzeyden esmeğe başladı. Rüzgarla birlikte don da geldi. Askerin kaputları hep dondu. Hepsi buz kesti. Sonra soğuktan bir çoğu derin bir uykuya daldılar. Bir çok asker iradelerinin son gücünü kullanarak uykuya direndiler, bütün gece boyunca elde kürek, kazma ile çalışarak kendilerini sıcak tutular, canlarını kurtarabildiler. Bir General fırtınaya Anafartalar’daki Tuz Gölüne giderken yakalandığını, normal olarak rahatlıkla yarım saatte gittiği yere kar fırtınası altında bata çıka iki saatte zor gittiğini anlattı.” şeklinde haber yaparak kötü hava şartlarını İngiliz halkına duyurdu. Gazete Çanakkale’deki başarısızlıklarının nedenini hava şartlarına bağlıyordu.
Hem yazın sıcağı, hem de kışın soğuğuyla uğraşan Türklerin üstelik cephanesi de bitmek üzereydi. Askere moral vermek, topçunun onları desteklediğini belirtmek için sadece gürültülü manevra mermileri atılıyordu.
Siperlerde kulaktan kulağa Avusturya –Macaristan devletinin Gelibolu cephesine askerî yardım yapacağı söylentisi yayılıyordu. Anafartalar Grubu Kurmay Başkanı Binbaşı İzzettin Bey (Orgeneral Çalışlar) bile “Ah! Bir serbest yol bulunur da mühimmat gelirse inşallah bu karşımızdaki İngilizleri başımızdan tam olarak def edeceğiz.” diye düşünmekten kendini alamıyordu.
Aynı anlarda da siperde kar altında titreyen Başçavuş Emin Efendi de (Çöl) Avusturya-Macaristan’dan gelecek cephane, malzeme ve toplara ümit bağlayan askerlerdendi.
“Kar yağmıştı. Sol taraf sırtının kuzey yamacındaki siperlerde kalmıştı kar. Avusturya Macaristan ikilisi birleşik bir devletti. Adına Avusturya-Macaristan İmparatorluğu denirdi. Almanya ve Bulgaristan’la birlikte bizim Birinci Cihan Savaşı dostlarımızdandı Avusturya Prensini Sırplılar öldürünce Sırbistan ile arası açılmış, böylelikle de Tuna yolu kapanmıştı. Sonra Sırbistan işgal edilmiş ve Tuna yolu açılmıştı. Artık dostlarımız Almanya, Avusturya, Macaristan’dan silah, elbise gibi gereç gelecekti.”
Topçu Teğmen Bolvadinli Mehmet Sinan Efendi (Özgen) de bu yardımı dört gözle bekleyenlerdendi:
“Düşman Çanakkale’ye çıkalı beş ay tamamlanmak üzereydi. O günden bu güne durmadan taarruz eden düşman hiç bir surette savunma kudretimizi sarsamamış bilakis gün geçtikçe bu savunma daha esaslı bir şekil almış ve kuvetlerimiz büyük ve kat’î sonucu bir taarruzu bile yapabilecek duruma gelmiş ise de düşmanla silah ve malzeme farkımız kıyas kabul edilemeyecek derecede ölçüsüz ve hatta hudutsuzdu. Bu durum karşısında duraklamak zaruretinde kalıyorduk. Bu arada öyle ateşli, öyle tehlikeli durumlar atlatmıştık ki bu gün dahi aklıma geldikce ürperiyorum. 15 Ağustos tarihinde sarf ettiğimiz top ve makineli tüfek mermilerinin noksanlığını bir türlü ikmal edememiştik. Zaten o günden sonra mermileri lüzum eden yerlere sayı ile kullandırdık. Top başına beş mermimiz kaldığı gün yüzbaşım sap sarı kesilmiş ve yemek falan yemez olmuştu.”
Gerçekten durum çok zordu, Çanakkale Savaşlarının bütün devrelerinde Almanya ile daha doğrusu müttefiklerimizle, karadan ve denizden irtibat olmadığı için, memleket dışından mühimmat ve askerî malzeme ithali ve ikmali mümkün değildi. Ordumuz elinde mevcut stoklarla idare etmek zorunda idi. Bu da bilhassa topça atışlarının pek çok kısıtlanmasını icap ettiriyordu. Topçu Teğmen, İsmail Hakkı Efendi (Eski Genel Kurmay Başkanlarından Orgeneral Tunaboylu) anlatıyor:
“Arıburnu cephesinde, bir gün batarya gözetleme yerinde idim. Bir İngiliz tayyaresinin düzensiz hareketlerle dolaştığını, nihayet alçaldığını, bilâhare de cephe gerisinde dar bir yere mecburî iniş yaptığını gördüm. Bütün bu gördüklerimi safha safha zamanında batarya kumandanıma bildiriyorum. Ben ateş açılmasını bekliyordum. Fakat hiç bir ses ve seda çıkmıyordu. Dakikalar geçti yine bir şeyler yok. Çıldıracağım. Kıymetli bir hedef gözümün önünde duruyor, buna hiç bir şey yapılmıyordu. Neden sonra, belki ki yarım saat kadar bir zaman geçtikten sonra, bir mermi tayyare yakınına düştü. Bunu bir ikincisi takip etti. ve nihayet üçüncü mermi hedefin tam üstüne indi. Ve tayyare tahrip edildi. Sonradan yüzbaşıma, biraz da serzenişkârane, sordum. Şöyle anlattı:
— Oğlum, biliyorsun yukarı kademelerden bir hedef ve ateş emri verilmedikçe benim ateş açabilmeye selâhiyetim yok, Senin verdiğin haberleri ben derhâl Tabura, Tabur da Alaya bildirdi. Alay Kumandanı da kendisinde selâhîyet bulamadı. Ancak Tümenden emir geldi «Hedefe isabet ettirmek şartıyle beş mermi atabilirsiniz» deniliyordu”
Ordumuzda mühimmat sıkıntısı olduğunu müttefik gazeteciler de hissetmişler ki Viyana'daki Türk Büyükelçisi Hüseyin Hilmi Paşa’ya bir muhabirin “Türk ordusunda oldukça mühimmat sıkıntısı varmış” şeklindeki sorusuna karşılık olarak Paşa katiyetle müdahale ederek “Gazetenize, Türk sefiri burada Türk elçiliğinde Türk ordusunda mühimmat sıkıntısı söz konusu değildir. Her şeyimiz var. Hatta çok fazla var. Yoksa düşmanın amansız, korkunç saldırılarına nasıl dayanabilirdik? Bol miktarda mühimmatımız var. Eğer yeterli mühimmatımız olmasaydı kahraman Türk neferleri çıplak elleriyle (mit bloßen Händen) bile adam adama mücadele ederek düşmanı denize dökmeye muktedirdir. Şimdilik, bolca mühimmat var diyor diye bildiriniz “ cevabını vermiştir.
Gerçekten de Türk Askeri Çanakkale’yi düşmana karşı “ Çelik gibi iman dolu göğüsleri” (mit blosser Brust) “çıplak elleriyle” (mit bloßen Händen) savundular. Yoğun düşman ateşi altında bile tevekkülle ölümü beklediler.
İstanbul’daki Alman Askerî Misyonu Pera’nın (Beyoğlu) Asmalı Mescit sokağında 35 numaralı binada ilk sayısı 17 Aralık 1917 günü çıkan dokuz sayfalık “Am Bosporus” adlı bir ordu gazetesini yayınlamaya başladı. Gazete haftada bir gün çıkıyor ve 20 para karşılığında satılıyordu. Üç aylık abone bedeli ise yedi kuruştu. Gazetenin ilk sayısında Müşir Liman von Sanders Paşa ilk baş yazıyı, Ruşen Eşref (Ünaydın) Bey Kayser Wilhelm’in İstanbul ziyaretinden bazı anıları anlattığı “Kaiser und Sultan” (Kayser ve Sultan) başlıklı makaleyi yazdı. İlk sayıda ayrıca Mehmet Emin (Yurdakul) Bey’in Almanlara ithaf ettiği “Gütenberg” şiiri ve Imhoff Paşa’nın “Savaş Nasıl Gidiyor?” makalesi de yer aldı. Gazetenin 57. sayısı son sayı olarak 27 Eylül 1918 günü yayınlandı.
“Am Bosporus” Alman Ordu Gazetesi’nın ilk sayısının 8’nci sayfasında Türk askerinin güzel ruh halinin, yüksel moralinin bir Alman askeri nasıl etkilediğini “Bu da Getscher Jahu” başlıklı beş beyitlik ilginç anonim bir şiire de yer vererek anlatılıyor.
Polonya’da ve Fransa’da, Muharebelerin bütün gürültüleri arasında, Ölüm bana gülerken, ruhumu rahatlatacak bir teselli aradım, aradım, aradım, büyük acımı rahatlatacak bir söz bulamadım.
Sonra askerlik hizmeti beni Şarka sürükledi. Gelibolu’nun ateş dolu günlerinde bir çok düşman öldürdük. Siperde arkadaşım Abdülaziz’le beraberdik. Düşman ateşi altında dişimizi sıkarken, “Bu da Geçer ya hu!” deyip durdu.

“Dostum, bu da geçer”, sıkıntı sonsuza kadar sürmez, her karanlık geceden sonra zafer günü doğar, Anafarta’nın kanlı kumsallarında, düşman hücuma kalkınca, arkadaşım Abdülaziz gülerek mırıldandı : “Bu da Geçer Ya Hu!”
Cesur adamların göğsü delik deşik oldu, düşmanın vahşi dürtüsü , buz gibi bir sabah vaktine kadar sürdü, Sonra zafer borusu öttü, Arkadaşım Abdülaziz Çavuş parmağı ile boş düşman siperlerini göstererek neşe ile “ Bu da geçer Ya Hu !” dedi.
Ve böylece köhne İngiltere’nin tozu alınır ve Fransa'nın boş hayali biter, İtalya'nın açgözlülüğü, Wilson'un meydan okuması Hepsi yok olur ...

Ben hikmete erdim, bana yol açtı, silah kardeşim ve dostum Abdül Aziz Çavuş, “Bu da Geçer Ya Hu!” diyerek.
Almanlar Filistin’de Pazartesi ve Salı günleri yayınlanan ”Armee Zeitung - Jildirim “ adlı bir ordu gazetesi daha çıkardılar. Gazete Pazartesi günleri 8 sayfa, Salı günleri ise 4 sayfa olarak çıkıyordu. Gazetede günlük ordu emirleri ve telsizle ulaşan haberler yayınlanıyor, reklam alınıyor ve hava durumu bildiriliyor, Suriye ve Filistin hakkında ilginç ve öğretici bilgiler veriliyor, Alman askerlerine anavatanlarından haberler ulaştırılıyor, iktisattan bahsediliyor, kitap tanıtımı yapılıyor, sorular yanıtlanıyordu. Gazetede resim yoktu. Ancak, 15. sayısında Sultan Reşat’ın ölüm haberi sultanın bir resmi basılarak duyuruldu. Gazetenin editörleri Üsteğmen Kiesling ve Üsteğmen Heinrich C. Nebel idi. Savaştan sonra Alman National Zeitung’un Başyazarı olarak ünlenen Heinrich C. Nebel, 1931 yılında yayınladığı “Falkenhayn ile Nazereth’de” başlıklı makalesinde gazetenin nasıl çıktığını anlatıyor:
“1917'’nin başlarında, Bükreş’te bulunduğum sırada, Mackensen Ordular Grubuna bağlı Romanya askeri yönetimindeki görevimden alınarak Paşa II Ordular Grubuna verildiğim haberini aldım. Bu atamanın nedeni Verdün’de ki trajik olaylardan sonra komutayı Hindenburg’a devreden ve beni barış zamanından beri tanıyan Ekselansları von Falkenhayn’la olan şahsi dostluğumdan ziyade benim Türkçe ve Arapca dillerini bilmemdir. Falkenhayn, Cemal Paşa ile birlikte Alman Asya Kolordusu ile desteklenen Türk Ordusuna komuta etti.
Bu ordunun görevi Mısır’da bir araya getirilmiş olan Hintliler, Avusturalyalılar ve Yeni Zellandalılarla takviyeli İngilizleri Suriye ve Batı Arabistan’da oldukları yerde çivilemekti. Ordumuza, Mısır fatihi cesur Sultan Beyazid’in şerefli ünvanı olan “Yıldırım” (Blitz) adı verildi ise de kesinlikle iyi bir unvan olmadı. Ancak, Askeri bir gerçek vardı, düşmana göre çok zavallı, çok kötü donatılmış, kötü beslenmiş, ikmal yolları kapalı, çok az sayıda bir askeri güç düşmanın üstün kuvvetlerin karşı nasıl dayanabilirdi?
İstanbul’a vardığımda Kudüs’ün tarafımızdan boşaltıldığını öğrendim. Ordu karargahı Kayser II. Wilhem tarafından Kudüs’te Zeytin Dağı’nda inşa edilen muhteşem Augusta-Vicroria Vakıf binasından Franziskan tarikatının Nasıra’daki (Nazereth) mütevazi “Casanova” (Casa Nova: Yeni Ev) oteline taşınmıştı. Maceralı bir yolculuktan sonra, Anadolu üzerinden, Toros ve Amanos dağlarını aşarak Halep'e ulaştım. Oradan da Baalbek üzerinden Şam’a vardım. Muhteşem Yarmuk Vadisi ve Samaş yakınlarındaki Ürdün Köprüsü üzerinden geçerek Tabor Dağı eteklerindeki Afule’ye geldim. Benden biraz kıdemli istihbarat subayına geldiğimi tekmil ettim. Ertesi gün Falkenhayn tarafından kabul edildim. O andan itibaren Falkenhayn’ın kurmayları arasına katıldım. Falkenhayn’dan diğer bazı emirler yanında Ordular Grubunun Alman mensupları için bir gazete çıkarmam hususunda emir aldım. Gazete aslında Türkçe ve Arapça yayımlanacakmış ancak, hiç çıkmamış. Bu gazetenin ve Yüksek Komutanlığın arzuladığı diğer yayınların çıkarılabilmesi için, nispeten büyük bir matbaa gerekiyordu. Böyle bir matbaa Suriye’de yoktu. Matbaa makineleri ve teferruatı Almanya’dan, sipariş edildi. Bir kısmı ise Romanya’dan getirildi. Bazıları Beyrut’taki Orta Doğu Fransız Propaganda Enstitüsü’nün Jesuit Akademisi imalathanesinde yaptırıldı. Elbette, Nasıra'nın dar ve kalabalık vadi havzasında böyle bir matbaanın tesis edilebileceği uygun bir yer yoktu. Oldukça çaba sarf ederek güzel Şam’da uygun bir yer buldum. Dört ay sonra Herodes burcu yakınlarındaki eski bir hükümet binasında, Armee Zeitung Jildirim, “Yıldırım Ordu Gazetesi” nin ilk sayısını çıkarmayı başardım. Gazete muntazam olarak uçak ile cephenin değişik yerlerine ulaştırılıyordu. Elbette ki bu geçen zaman içinde ve daha sonraki günlerde Nasıra’da da çalışmam gerekti. Ancak bu çetin ve uzun yolculuk sadece bir kez zeytin ağacı odunu ile ısıtılan demir yolu ile gerçekleşti. Daha sonra Yüzbaşı Waltz komutasındaki Bavyeralı havacılara (Bayrischen Fliegern) ait bir servis uçağı beni devamlı Afule'ye götürdü. Afule’den Nasıra’daki Genel karargaha otomobil ile gittim. Nasıra’da asla unutamayacağım kısa bir paskalya bayramı izni yaşadım. Yahuda tarihinin tüm muazzam savaşlarına sahne olan büyük ve geniş ovanın ortasında, Tabor dağı karşısında, muazzam bir koni şeklinde tepe yükselir. Bu tepenin kenarında neredeyse dünyanın tüm Hıristiyan uluslarının büyük hayır kurumları yer alır. Bu tepenin dibinde yerleşik küçük sakin kasaba yamaçlara doğru yayılır. Yılın büyük bir bölümünde bir toz çölü olan Nasıra, ilkbahar gelince milyonlarca renkli siklamenle bürünüyor, Böylelikle eşsiz bir şenlik görünümü ortaya çıkıyor. Küçük kasaba Alman ve Türk subayları ile dolu. Her sınıftan ve her ordudan müttefik subaylar bir kumarhanesi (casino) olan Alman “Germania Otelinde” ve “Casanova Otelinde ” karargah kurmuşlardı. “Aziz Josef(Yusuf) Atölyesi" nin üzerinde, "sosis Gasinosu" olarak adlandırılan bir çeşit atıştırmalık büfesi (Imbißstube) kurulmuştu. Von Opel komutasındaki motorlu ulaştırma birliğinin çok özel kışlası ve muhteşem bir otopark alanı vardı. Falkenhayn’ın kurmayları bütün ordunun en soylu ve en zarif subaylarıydı. Bu kurmaylar şeflerine “Gardefimmel” adını takmışlardı. Aslında Falkenhayn’da yakın çevresinde mümkün olduğu kadar feodal alaylarda görev yapmış soylu isimlere yer veriyordu. Çok zeki ve iyi yetişmiş bir kişi olan Falkenhayn “uzmanları”, çok sayıda bilim adamlarını, oryantalistleri, arkeologları etrafında toplayarak prensibinden bir istisna yapmıştı. Bu topluluk her halükârda, hem komutanın sofrasında hem de gazinoda yer alabilen seçilmişmiş bir topluluktu. Her sabah saat 07'de atlar sabah binişi için hazır olurdu. Atla Tabor dağına, Naim’e, Genazareth’e (El Celile, Galilee) Kana’ya, Gilboa tepelerine, Endor’a veya Karmel dağı eteklerine gidilirdi. Bir koruma müfrezesi at üzerinde devamlı Falkenhayn’ı takip ederlerdi. Yolumuz sık sık bundan beş yüz yıl önce büyük Alman lordları tarafından inşa edilmiş Haçlı Seferlerinden kalma kalelere düşerdi. O Alman Lordlarının torunları bugün parlak üniformalar içinde aramızda bulunuyorlar.
Paskalyadan birkaç gün önce görevli olarak uçakla gittiğim Kudüs’de bulundum. Paskalya günü olan Pazar günü sabah çok erken Nasıra tepelerinde yürüyüşe çıktım. Şeytanın Hazreti İsa Mesihi denediği yere vardığımda, bir askerî bando koro ile müzik çalıyordu. Bütün çanlar çalıyordu. Uzaktan bir İngiliz uçağı mavi gökleri yararak geldi. Çok taze milyonlarca göz alıcı siklamen çiçeği, kasabanın bahçelerini bir yığın halinde kaplamıştı. Bütün benliğimi şimdiye kadar hiç yaşamadığım bir Paskalya bayramı mutluluğu kaplamıştı. Nasıra’nın tek su kaynağı olan Meryem Kuyusuna doğru yöneldim. Su başında ince, zayıf genç bir anne testisine su dolduruyordu. Kahverengi saçlı küçük oğlunun saçlarını sevgi ile okşadım.”
Alman subayların Germania Otelinde ve Casanova Otelinde kurdukları keyifli hayat bir sabah İngilizlerin ani baskını ile son buldu. 1919 yılında Almanya’da basılan „Mit Jildirim ins Heilige Land. Palästina-feldzug 1918" ( Yıldırım’la Kutsal Topraklara. Filistin Muharebesi 1918) adlı kitapçıkta sahra müfettişi (Feldlagerinspektor) Kölnlü Josef Drexler Türk ordusunun ve müttefiki Alman Silahlı Kuvvetlerinin üzücü sonunu ve Filistin’deki çöküşü anlatıyor:
“Filistin’de çöküş nasıl oldu? 16 Eylül 1918 pazartesi günü sabah saat 10 civarında, çadırlı ordugahımız yakınında aniden büyük bir gürültü koptu. Yaklaşık,200 atlı ki bunların çoğu baba ve oğul gibi aynı ata iki kişi binmişti ve 400 kadar yaya heyecanla silah ve mühimmat istediler. Bunlar Hicaz demir yolu üstünde ve Şam’ın güneyinde bulunan yakınlarda ki Deraa şehrindendiler. “Ayaklanmalarının” nedeni nefret ettikleri ezici ve baskıcı Türklerin hatırına değil, bilakis mal ve canlarını korumak içindi. Depolar Kaymakamın emri ile açıldı. Az zaman içinde gürültünün nedeni gelen bir Fettah’ın açıklamasıyla anlaşıldı. Dün akşam yâni 15 Eylül akşamı Kutsal Mekke’ye doğru giden tren hattı bedevîler tarafından havaya uçurulmuştu. Havaya uçurulan hat bu sefer daha aşağılardaki Maan’da değil, çok önemli bir kavşak noktası olan Deraa yakınlarında bir istasyon çıvarındaydı. Havacılarımız, İngilizlerin komutasında, toplar ve makineli tüfeklerle donatılmış birkaç bin Bedevinin gelmekte olduğunu hemen bildirdiler. Bunlar, Türk padişahına, islâmın en büyük onuruna sahip halifeye, meydan okuyan ve giderek artan başarılara imza atan ve şimdi de Mekke'yi alan İngilizlerin atadığı "Hicaz Kralı" Faysal’ın birlikleriydi. Aynı gün öğleden sonra saat 15:00 de “Max ve Moritz haylazları” adı verilen iki İngiliz tarassut uçağı ve bunların hemen arkasından aksi yönden yedi bombardıman uçağı geldiler. Küçük Dera istasyonu civarına atılan 28 bomba nedeniyle 12 kişi öldü, 30 kişi yaralandı. Ancak demiryoluna önemli bir hasar verilmedi. Sadece telefon direkleri yıkıldı. Akşama doğru tayyarecilerimiz yaklaşan Bedevîlerin iki kola ayrıldıklarını bildirdiler. Bir çok koldan saldıracakları anlaşılmıştı. Gece saat 23:00’de, düşman doğrudan Deraa önüne geldiğinde, silah kullanabilen tüm Türkler ve Almanların siperlere girmesi emredildi. Ertesi gün İngiliz uçakları yine bir iki düzine bomba attılar. Sahra hastanemizin tesisleri bomba parçaları ile isabet aldı. Hava akınının hemen ardından beklenen Bedevîler yerine bize yardım geldi. Djenin’den havalanan bomba yüklü ve makineli tüfekli altı Alman savaş uçağı bizi kurtardılar. Bu nedenle Bedeviler Dera’da bizi rahat bıraktılar amma bütün irtibatımızı kestiler. Hicaz Demiryolu Amman’ın güneyinde havaya uçurulduktan sonra, şimdi de kuzeyde, Darpascus dolaylarında bazı yerlerde tahrip edildi. Ve birkaç saat sonra batıda Samah/Semah-Afule-Hayfa’ya kadar uzanan son tren de Nasıra’nın (Nazareth) istasyonu olan Afule yakınlarından Kudüs’e giden bir demiryolu da tahrip edildi. 20 Eylül'de, Nasıra’daki karargâhla zorlukla kurulabilen bağlantı yeniden koptu. Söylentilere göre İngilizler Nasıra’yı’ ele geçirmişler, Akka'ya asker çıkarmışlar. Samaş’dan gelen kaçakların ifadelerine göre İngilizlerin Nasıra’yı ele geçirmeleri doğru, fakat Akkaya asker çıkardıkları doğru değilmiş. İngilizlerin Bedevî atlılarla yaptığı akınlar bizim Graf Zeppelin’in 1870 savaşında yapmış olduğu cesur ve soğukkanlı akından örnek alınmıştır. Tul Kerim yakınlarındaki sahil boyunda cephe yarıldı. Kısa süre sonra yoğun baraj atışlarına dayanamayan Türkler ellerini kaldırarak teslim oldular ve İngiliz süvarilerinin geçmesine izin verdiler. Cephenin büyük bir bölümüne yayılmış olan Alman askerlerinin önemli bir kısmı birkaç hafta önce Nablus’da esir alınmıştı. Geri kalanlar ise Türklerin hatası nedeniyle bozgun halindeki yığınlara katılmış, İngiliz uçaklarının makineli tüfek ve bombardımanı altında biçilmiş, tüm cephe çökmüştü. Hiçbir mukavemetle karşılaşmayan İngiliz süvarileri doğrudan Nasıra’daki genel karargâha yöneldiler. Şehrin aşağı kapısında çadırlara yerleşmiş olan ulaştırma birliği askerlerinin bir kısmı henüz sabah ictimasına çıkmışlardı ki aniden ortaya çıkan İngilizler tarafından esir alındılar. Orduevi olarak kullanılan “Hotel Germania”da kalan Alman subaylar derin uykularından Almanca bilen bir İngiliz subayının “Günaydın Baylar! Kalkın ve giyinin ve beni takip edin” diyen emri ile uyandırıldılar. Sadece Yüzbaşı von Keiserling /Kaiserling pijamalarıyla kaçmayı başardı ve şehirde etrafına topladığı askerlerle bir mukavemet grubu kurdu. Özellikle Nasıra Kutsal Alanının yakınında Aziz Meryem (Marien) kilisesi’nde makineli tüfeklerin yoğun ateşine maruz kaldı. Burada da Alman kanı akdı. Ölen bir ulaştırma teğmeni idi. Subayların anlattığına göre Müşir Liman von Sanders’in kızını kurtarmak için uğraşırken ölmüştü. Nasıra’nın kuzeydeki yukarı kapısı İngilizlerin eline geçmemişti. Henüz esir düşmemiş olanlar bu kapıdan kaçtılar. Kana yoluyla Liberias’a ulaştılar. Böylelikle herkes Nasıra’dan kaçabildiler. Öğleden sonra önemli kayıplar verdirilerek İngilizleri geri attılar. Ancak, genel olarak, durum umutsuz görünüyordu. Liman von Sanders Paşa ve karargahı tam zamanında Tiberias’dan kaçtılar ve Samaş üzerinden Dera’ya geldiler. Geride kalan Keyserling’in artçıları hep esir düştüler. Hayfa’da bulunan Alman ve Avusturyalı askerlerle Alman Schwaben kolonisine mensup askere elverişli olanlar sahil boyunca ilerliyerek Akka, Tyrus, ve Sidon üzerinden Beyrut’a ulaştılar. Buradan da Lübnan üzerinden Rayak’a geldiler. Bir kısım askerler ise Beyrut’dan kuzeye ilerleyerek Trablusşam’a ulaştılar, sonra da Homs üzerinden Halep’e vasıl oldular. Nablus (eski adı Sichem) civarındaki askerler için durum daha kötü idi. Ölmemiş veya tutsak düşmemiş olan askerler Ürdün nehrinin müsait bir yerinden karşıya geçtiler, büyük, genelde küçük gruplar halinde Dera’ya sonrada Şam’a ulaştılar. Es Salt ve Amman’dan gelirken bir çok zorlukla karşılaşan ve özellikle susuzluktan çok acı çeken 4’ncü Ordunun kalıntıları da Dera’ya ulaştı. Dera Şam arasında kilometreler uzunluğundaki geri çekilen asker kalabalığı düşük irtifada uçan İngiliz uçakları tarafından makineli tüfeklerle biçildiler. Geri kaçış esnasında nadiren birisi diğeri ile ilgilenebiliyordu. Herkes kendi canının sevdasına düşmüştü. Kendini sürükleyebilenler mutluydu. Bir adım daha gidemeyenler “Allah” diyerek taşlı çölde çöküp kalıyor, ganimete aç bedevîlerin tecavüzüne uğruyordu. Şam’a ulaşılınca kurtulacaklarını, dinlenebileceklerini düşünenler ve ümit edenler yanılıyordu. Acı bir hayal kırıklığına uğradılar. Bir çoğu için Şam’da onları daha beter acılar bekliyordu.”
Kaynaklar:
Viyana’da çıkan Neues Wiener Journal Gazetesi 7.1.1916 tarihli nüshasında İngiliz Morning Post Gazetesi’nde yayınlanan soğuk ve dondurucu hava ile ilgili haberi “Kar Fırtınası. İklim İngilizlerin Düşmanı Oldu. Yıkılmış Dalgakıranlar, Su Dolu Siperler, Yağmur, Don, Kar Fırtınası, Donmuş Nöbetçiler” başlığı altında okuyucularına vermektedir.
Avusturya-Macaristan Ordusu’nun İstanbul’da bulunan temsilciliğinde görevli Kurmay Yarbay Walter Adam, Der Weltkampf um Ehre und Recht, 5’nci Band, 23’ncü Kapital, Verlag von Johann Ambrosius Barth in Leipzig, 1919 und Walter de Gruyter & Co. in Berlin, 1933.
Orgeneral İzzettin Çalışlar’ın Not Defterinden On Yıllık Savaşın, İzzettin Çalışlar ve İsmet Görgülü (Haz.), Güncel Yayıncılık, İstanbul, 2007, s.154.
Emin Çöl, Çanakkale-Sina Savaşları, Özel Basım, Ankara, 1977, s.60.
Mülazım Mehmet Sinan, Harb Hatıralarım, Çanakkale-Irak-Kafkas Cephesi, Hasan Babacan, Servet Avşar ve Muharrem Bayar (Haz.), Vadi Yayınları, 2006, s.41-42.
“Emekli Orgeneral Vedat Garan’dan Hatıralar”, Yakın Tarihimiz, c.IV, s.214.
Vorarlberger Volksblatt, 26.9.1915, s.3, Vor der Dardanellen.
Bu da geçer ya Hu” tabirinin kökeni meğer Bizans olduğu söyleniyor. Rumca “K’afto te perasi” “bu da geçer” manasına geliyormuş. Rivayete göre, bir ülkenin sultanı, kendisi için çok değişik bir yüzük yapılmasını ister. Bu öyle bir yüzük olacaktır ki, sultan mutsuz olduğunda umudunu tazeleyecek, mutlu olduğunda da mutluluğun rehavetine kendini kaptırmasını, tembelliğe düşmesini önleyecektir. İstediği yüzüğü bir türlü yapan olmaz. Sonunda bir derviş, sade bir yüzüğe “Bu da geçer ya hu” yazılmasını önerir. Sultan da istediği yüzüğü bulmuş olur.
Şiirin Almöanca aslı: In Polen und in Frankreich oft/Hab ich im Lärm der Schlacht, /In Kampf und Sturragebraus,/Dem Tod ins Angesicht gelacht./Da sucht ich wohl nach einem Wort,/Das leichter macht mein Herz.7Ich suchte es, doch fand ich’s nicht,! /Zu meinem größten Schmerz!/Daan weiter trug der Waffen Zug,/Zum Orient uns hinab./An heißer Dardanellenfront,/Sank mancher Feind in’s Grab./Und neben mir im-Graben stand;/Mein Freund Abdul Asis/Von seinen Lippen kom's,/Wenn uns der Feind dieZähne wies:/„Buda getscher, Jahu!“/„Mein Lieber, auch das geht vorbei!“/Nicht ewig währt die Not,/Auf dunkle Nacht folgt sieg-reich bald/Das schönste Morgenrot!/An Anafarta’s blut'gem Strand/Der Feind zum Sturme blies,/Doch lächelnd murmelt vor sich hin/Mein Freund Abdul Asis:/“Buda getscher Jahu!”/An tapfrer Männer Brust, brach sieb/Der Feinde wilder Drang,/Bis eines Morgens schmetternd hell/Die Siegsdromete klang./Auf leere Feindeslager er/Mit seinem Finger wies. /Frohlockend rief mir zu mein Freund/Der Tschalisch Abdul Aziz:/“Buda getscher. Jahu!"/Und so vergeht Old England s Stob (Staub)/Und Frankreichs eitler Sinn :/Die Gier Italiens, Wilsons Trotz/Sie schwinden alle hin.../Ich halte an die Weisheit mich,/In der mich unterwies/Mein Waffenbruder und mein Freund/Der Tschausch Abdul Asis:/„Buda getscher, Jahu!
National-Zeitung’un eski başyazarı
Neues Wiener Journal 12.4.1931, s.18, Mit Falkenhayn in Nazereth, Heinrich C. Nebel (Berlin).

Pester Lloyd, 21.9.1918,s.20, “Filistin'de Alman uçak postaları, Alman ordusu Yıldırım Gazetesi Şam’dan yazıyor: “Ordular Yüksek Komutanlığının ve havacıların komutanının özel desteğiyle, Ordu Gazetesi Jildirim'ın uçakla cepheye ulaştırılabilmesi mümkün oldu. Bu ilk defa uygulanan özel uçuş hizmeti olup, bu hizmetin yararlı olup olmayacağı hususunda bize bilgi verecektir. Her neyse, kâdim Şam'dan, Lübnan Dağlarının eteklerinden çıkıp, hava yolu ile okurlarına ulaştırılan, dağıtılan dünyanın ilk Alman askerî gazetesi olmak elbette ki hiç de küçümsenmeyecek bir kültürel olaydır.”

Aşırı düşkün. “Fukaranın düşkünü beyaz giyer kış günü” sözü gibi biraz görgüsüz, biraz sonradan görme anlamına gelen bir deyim.
Reichspost, 19.2.1919,s.13 “Wie der zuzammenbruch im Palestina kam”

Alman yazar Wilhelm Busch ‘un 1865 yılında yayınlanan İki haylaz çocuğun maceralarını anlattığı kitabının kahramanları.
Filistin’in Batı Şeria (Batı Ürdün) bölgesinde bir şehir. Cenin, Dschenin , Jenin, Djenin, Dschanin, antik: Engannim
Ferdinand Graf von Zeppelin (Konstanz am Bodensee’de (Konstanz Gölü, 1838- 1917) doğdu. Genç yaşta Wüttemberg süvari tugayına kurmay subay olarak katıldı. 1870 Alman Fransız savaşı başlamadan bir süre önce 24 ve 25 Temmuz 1870’de Wüttenbergli bir avuç süvari ile Fransız toprağı Elsas içlerine akın yapmış bir süre sonra cereyan edecek Weiessenburg ve Wörth muharebeleri için Fransız ordusu hakkında bilgi toplamıştı. Bu akın o yıllarda askeri literatürde ele alınmış ve Lawrence’nin Bedevîlerle yaptığı akınlara örnek olmuştu. Aslına bakılırsa tarihte düşman içine süvari akınları Türk Akıncılarıyla başlamıştır. Yazılmadığından, unutulmuştu. Bütün Avrupa komutanları hep Türk sistemini geliştirerek, planlar kurarak başarılı olmuşlardır. Graf Ferdinand meşhur zeplin üreticisidir.
Liman Paşa “İngilizlerin nasıl içeriye kadar geldikleri tamamen açıklık kazanamadı” diye hayrete düşerken anlatmaktadır. “19 Eylül akşamı Nasıra’nın korunması için geceleyin mahallî emniyet tertibatı, yâni konak emniyet tertibatı alınmasını emretmiştim. Bunun için gerekli emniye birliği, sabah 03’e kadar Alman büro çalışanlarından, emir erlerinden, otomobilcilerden telgrafçılardan ve posta memurlarından tertip edilmiş olan bölükte; saat 03’den sonra da Würth von Würthenau Depo Alayı’nın bakiyesinden oluşturuldu. Afule ve Hayfa’dan gelen yollar ve bu yolların tokuşları üzerinde Nasıra yaylasına kadar olan yerleri koruma altına alıp gözetleyeceklerdi. Gece boyunca her hangi bir yerden esaslı ve öneme değer rapor gelmedi.” Liman von Sanders “Türkiyede Beş Sene” Yeditepe Yayınları, İstanbul, 2006, Çeviren: Muzaffer Albayrak.
Taberiye Grup Karargâh komutanı. Samah’da komutayı üstlendi. 24 Eylül 1918 de güneyden gelen İngilizlerle muharebeye tutuştu. Dar Samah yolunu savunmak için elindeki kuvvet 120 Alman ve 80 Türk askeriydi. Ayrıca 8 makineli tüfeği ve bir de topu vardı. 25 Eylül günü saat 04’de bir süvari tugayı gücündeki İngilizler hücüm ettiler. Bir buçuk saat süren kahramanca savunmadan sonra Kaiserling müfrezesi tamamen yok edildi veya esir düştü. (Sanders age.s.354)
Şehrin Taberiye yönüne açılan kapısı
You do not have the required permissions to view the files attached to this post.

Tosun Saral
Member
Posts: 4075
Joined: 02 Nov 2005 19:32
Location: Ankara/Turkey

Re: Bu da Geçer Ya Hu! (This Evil Also Passes)

Post by Tosun Saral » 28 Oct 2018 08:45

a copy of german army newspaper Am Bosporus
You do not have the required permissions to view the files attached to this post.

stevebecker
Member
Posts: 1449
Joined: 01 Jul 2006 03:04
Location: Australia

Re: Bu da Geçer Ya Hu! (This Evil Also Passes)

Post by stevebecker » 29 Oct 2018 00:16

Tosun,

Thank you for that interesting articale on the Gallipoli and Palestine fronts.

I did notice a coment that interests me;

"Taberiye Grup Karargâh komutanı. Samah’da komutayı üstlendi. 24 Eylül 1918 de güneyden gelen İngilizlerle muharebeye tutuştu. Dar Samah yolunu savunmak için elindeki kuvvet 120 Alman ve 80 Türk askeriydi. Ayrıca 8 makineli tüfeği ve bir de topu vardı. 25 Eylül günü saat 04’de bir süvari tugayı gücündeki İngilizler hücüm ettiler. Bir buçuk saat süren kahramanca savunmadan sonra Kaiserling müfrezesi tamamen yok edildi veya esir düştü. (Sanders age.s.354)"

Translated

"Commander Group Commander. He took command of Samah. On 24 September 1918, he fought with the British from the south. The force in his hands to defend the path of Dar Samah was 120 German and 80 Turkish soldiers. There were also 8 machine guns and a cannon. On September 25, the British attacked a cavalry brigade. After an hour and a half of heroic defense, the Kaiserling platoon was completely destroyed or captured. (Sanders age.s.354)

Capt Keizerling or Kaiserling is mentioned earlier in the articale but I am unsure what unit he was commanding at that time?

The fight at Semakh 25- Sept 1918 saw Australian Light Horse charge the German led defences around Semakh and the Railway station which saw heavy fighting by the 11 ALHR and part of the 12 ALHR.

I wonder if we can finbd any details on who and what Capt Keizerling or Kaiserling unit he commanded?

Cheers

S.B

Tosun Saral
Member
Posts: 4075
Joined: 02 Nov 2005 19:32
Location: Ankara/Turkey

Re: Bu da Geçer Ya Hu! (This Evil Also Passes)

Post by Tosun Saral » 01 Nov 2018 20:33

Sorry I couldnt find any information about him.He was taken POW by the British at Samah. I want to explain "Dar Samah" ıt is not a name "Dar" means narrow. on the narrow road of Samah

Dar Samah yolunu savunmak için elindeki kuvvet 120 Alman ve 80 Türk askeriydi. Ayrıca 8 makineli tüfeği ve bir de topu vardı.
The force in his hands to defend the narrow path of Samah was 120 German and 80 Turkish soldiers.
cheers

stevebecker
Member
Posts: 1449
Joined: 01 Jul 2006 03:04
Location: Australia

Re: Bu da Geçer Ya Hu! (This Evil Also Passes)

Post by stevebecker » 01 Nov 2018 23:04

Tosun,

Thank you.

I did find that he was in fact, Capt Graf Karl Alwin von Keyserlingk.

Born 1887 and He was commisioned into the 4. Garde Regiment zu Fuß prom Lt to Marine Infanterie in 1913 to Sonderkommando Türkei 1915-16 RTG 1916 prom Capt to France 1917 rtn Sonderkommando Pascha 1918

I still can't confirm what unit of the Pascha group he had, possibly 164th Regt or some other unknown unit as yet?

I was hoping our German experts may shed some light but no luck so far?

Cheers

S.B

Tosun Saral
Member
Posts: 4075
Joined: 02 Nov 2005 19:32
Location: Ankara/Turkey

Re: Bu da Geçer Ya Hu! (This Evil Also Passes)

Post by Tosun Saral » 08 Nov 2018 10:26

I found the article “Wie der zuzammenbruch im Palestina kam” on Reichspost,dated 19.2.1919,s.13. In this article Josef Drexler gives the name of captain as Kayserling.
An einem in KürK erscheinenden Büchlein
„Mit Udieim ins Heilige Land. Palästina-s^eldznz
1918" erzählt Feldlagerinspektor. Josef Drexler
(KSin, Mollkestraße 48) daS traurige Ende der
türkischen Armee und ihrer deutschen Streitkräfte.
Er berichtet:
Am Montag den 16. September 1918, gegen 10 Uhr
vormittags, plötzlich großer Lärm in der Nähe unseres
Zeltlagers. Etwa 200 Reiter — Vater urrd Sohn mit ­
unter auf demselben Gaul — und die doppelte Zahl
„Fußvolk" verlangten aufgeregt Waffen und Munition.
Es waren Bewohner der benachbarten Stadt Der« (an
der Hedschasbahn, südlich von Damaskus), die sich
„mobil" erklärt hatten, aber wohl kaum den Türken,
ihren so verhaßten Bedrückern zuliebe, sondern um ihr
Hab und Gut zu schützen. Das Zeughaus wurde ihnen
auf Befehl des türkischen Kaimakans (Landrats) geöffnet
und bald wurde bekannt, daß gestern abend,
also pünktlich an dem von eingeiveihten Fellachen
ringsum als Beginn der Kämpfe angesagten 15. Sep ­
tember, die heilige Bahn nach Mekka von Beduinen
durch Sprengungen uiiterbrochen worden sei, aber dies ­
mal nicht unten bei Maan, sondern ganz nahe, bei der
, zweiten Station hinter dein so wichtigen Knotenpunkt
! Dera. Unsere Flieger stellten denn auch gleich fest, daß
! inehrereTausend vonEngländern geführte und mitGeschützen
! und Maschinengewehren ausgerüstete Beduinen inr An»
! marsch seien. Es waren die Truppen des von den Eng ­
ländern eingesetzten „Königs des Hedschas", der dem
Sultan der Türken das Kalifat, die -höchste Würde der
Mohammedaner, mit immer größerem Erfolg streitig
machte und es jetzt wohl endgültig an Mekka heftete.
An demselben Tag, nachmittags nach 3 Uhr, kamen
zwei englische Beobachtungsflieger, die berüchtigten „Max
und Moritz" und gleich darauf von der entgegengesetzten
Seite sieben Bomben-Flugzeuge. Das Resultat der in
dem kleinen Umkreis um den Bahnhof Dera geworfenen
28 Bomben waren 12 Tote und 25 bis 30 Verwundete,
merkwürdigerweise aber nur unbedeutende Beschädigungen
an der Bahn. Nur die Telephondrähte lagen fast alle
am Boden.
Gegen Abend berichteten unsere Flieger, daß die
heranrückenden Beduinen sich geteilt hätten, daß also von
mehreren Seilen Angriffe zu erwarten seien, und um
11 Uhr nachts wurden außer den Türken auch alle
waffenfähigen Deutschen in die Gräben beordert, da die
Feinde schon unmittelbar vor Dera standen.
Am andern Morgen warfen englische Flieger aber ­
mals einige Dutzend Bomben, wobei auch die meisten
unserer Lazarette durch Splitter durchlöchert wurden, und
gleich darauf kamen — nicht die jetzt erwarteten Bedu ­
inenhorden/ sondern Hilfe für uns: sechs deutsche Flug ­
zeuge aus Djenln, die mit ihren Bomben und Maschinen ­
gewehren uns retteten. Die Beduinen ließen uns in Dera
/'etzt in Ruhe, schnitten uns aber jede Verbindung ab.

Nachdem die Hedschasbahn in Richtung Amann (gen
Süden) schon zuvor gesprengt war, wurde sie nun auch
gegen Norden, nach Darpaskus, auf weite Strecken zer»
stört und einige Stunden später auch die letzte Bahn, die
gegen Westen, nach Samach—Afule—Haifa, von der bei
Afule (Station für Nazareth) eine Bahn südlich iß Rich»
tung Jerusalem, zur Westjordan-Front abzweigt, unter ­
brochen. , VI,
Am 20. September war die kaum wiederhergesteHte
Verbindung mit dem Hauptquartier in Nazareth wieder
zerstört. Gerüchtweise verlautete, in Nazareth säßen schStt
die Engländer, sie seien in Akka gelandet. BaM ers^ützr
man dann auch durch von Samach her eintreffende
Flüchtlinge, daß ersteres richtig, letzteres falsch war. Die
Engländer hatten sich ein Reiterstückchen geleistet, W
demjenigen unseres Grafen Zeppelin im siebzig^ Kr^
sich kühn an die Seite stellen darf. An der Küste bei
Tulkerim hatten sie die Front durchbrochen oder
vielmehr nach kurzem, aber heftigem DkommG-
feuer warfen die türkischen Soldaten die
weg, streckten die Hände in die Höhe und ließen die en^
lische Kavallerie vorbeigaloppieren. Die wenigen laENe
ganze große Front verteilten deutschen KampftrUN^eUs^^
ein stattlicher Teil davon war einige Wochen vvrhM süouch
Nablus geschnappt.worden durch die Schuld der Mrjke)»
— wurden bei der nun allgemein einsetzenden IhuHt
mitgerissen, die Flüchtlinge, vor allem die Bagagen> durch
englische Flieger mit Bomben und Maschinengewehren
bearbeitet, der Zusammenbruch der ganzen Front war dü.
Ohne Widerstand zu finden, ritten nun englische Schwa ­
dronen direkt nach Nazareth zum Hauptquartier. Die W
unteren Eingang ins Städtchen in Zelten lagerndeii Kraft^
sahrer wurden frühmorgens — ein Teil war gepads^uU
Appell angetretenvon plötzlich auftauchenden Mng^^
ländern „vereinnahmt". Mit „Guten Morgen» meine
Herren!" wurde im nahen Offiziersheim, dem HotÄ
„Germania", die dott einquartierten deutschen Offiziere
von einem deutschsprechenden englischen Kameräden ge ­
weckt. „Bitte ankleiden und mitkommen!" rief er ihned
zu. Nur einem der Herren, Hauptmann KeysetWA) tze-
lang es, im Nachtgewand zu entkommen und weW oben
im Städtchen den Widerstand zu organisieren. BM sitzte
Maschinengewehrseuer ein, besonders in nächster, Nähb
des Heiligtums von Nazareth, der MarMkirche.
Auch deutsches Blut floß dort. Ein Krastfahr^-
leutnant siel, wie mir Offiziere erzählten» v betW
Versuche, die Töchter des OberbefHlshabM
Liman v. Sanders zu retten. Es gelang denrr auch, deü
oberen nördlichen Ausgang aus Nazareth sreizuhalten
und wer noch nicht gefangen war, flüchtete dorthin üstd
weiter übtzr Kana nach Liberias. Auch (darin noch
flüchtete . alles qutz..Nazareth,.. als. am. NachMag die
Englands Mit zremlichM " ,-zMsteWsWaAl»
waren: allgemein
hoffnungslos an. Von Tiberias aus entkam ' LstM a N
Sanders und sein Stab gerade noch rechkzestig Mtzx
Samach nach Dera, während die „Nachhüt" vnsir

aus der Schwabenkolonie an der Küste entlang gezogen
über Akka,. Tyrus und Sidon nach Briruk urrd
von da über den Libanon nach Rajak, ' manche
von Beirut weiter nördlich nach Tripolis und dasm nach
Homs—Aleppo. Schlvieriger war es für die in, dy!
Gegend von Nablus (dem alteir Sichem) .ÄnAsetzten
Truppen. Was nicht gefallen oder in UWngenschLst
geraten war, watete in der nächstbesten Furt über oM
Jordan und schlrrg sich, in größeren oder meist kleinere«
Trupps vereinigt, nach Dera und weiter nach Damas--
kus durch. In Dera kamen dann auch noch die Reste
der 4. Armes dazu, die auf ihrem Weg von Es Salb
und Amann her die größten Strapazen zu Jübev-
winden hatten, hauptsächlich unter WässermMgA
furchtbar litten. Zwischen Dera tmd Damaskus MUWe
das ganze, viele Kilometer lange Flüchtlingschüos Nor ­
mals von englischen Fliegern aus geringer Höhe mit .Äa-
schinengewehren bearbeitet. Auf der ganzen Nuchtskreckk
konnte selten einer sich um den andern kümmern. Jede«
war froh, wenn er sich selbst noch weiterschleppen konnte-.
Wer nicht mehr konnte, blieb in Gottes Naflien ltegM^
mitten in der Steinwüste, ringsum bedroht von beute-
hungrigen Beduinen, lind wer sich dann in DamaskstH
gerettet glaubte und hoffte, ausruhen zu köMefl» («laW
bald bitter enttäuscht. Für viele sollte es noch schlünmer
kommen. , , -
You do not have the required permissions to view the files attached to this post.

Return to “The end of the Ottoman Empire 1908-1923”